Öykülerim: ÇIPLAK AYAKLARLA YÜRÜMEK
Küçük
kız camın önünde oturmuş sokakta oynayan çocukları seyrediyordu. Erkekler top
oynarken, kızlar da kenara çekilmiş ip atlıyorlardı. Erkeklerin arada bir “gol”
diye bağırmaları bütün sokağı dolduruyor, rahatsız olan komşular ise “ biraz
sessiz oynayın bakayım” diyerek kızıyorlardı. Küçük kız her gün okuldan
geldikten sonra derslerini yapar, günlüğünü yazar, sonra da camın önüne geçer
çocukları seyrederdi. Çünkü kendi hiç sokakta oynamamış, ip atlamamış, onlar
gibi eğlenmemişti.
Mine
11 yaşındaydı. Annesi ve babasının da içinde olduğu araba kaza yaptığında henüz
6 yaşındaydı. Annesi ve babası hafif yaralanmış, kendisi de günlerce yoğun
bakımda kalmıştı. Haftalar sonra yoğun bakımdan çıkmış, ancak omuriliğindeki
hasar sebebiyle bir daha yürüyemeyeceği bildirilmişti. Ailesi bu haber
karşısında yıkılmış, Mine’yi birçok doktora ve hastaneye götürmüşlerdi. Hepsi
aynı cevabı vermişlerdi. “Ameliyat bir seçenek ama çözüm değil” Mine ve ailesi
bu gerçekle yaşamayı öğrenmişlerdi. Mine birçok kere isyan etmiş, yürümeyi,
oynamayı ve koşmayı istediğini söylemiş, ağlamıştı. Yıllar geçtikçe Mine’de
durumunu kabullenmiş ancak içine kapanmıştı.
Okula
her gün onu annesi götürüyor, çıkışta da annesi alıp geliyordu. Mine de
odasından mümkün olduğunca çıkmıyor ve günlüğünü yazıyordu. Bazen onların
yüzüne “Neden ben, ben daha çok küçüğüm. Siz büyüksünüz neden ben” diye bağırıp
ağlıyor. Sonra da söylediklerinden pişman olup ailesinden özür diliyordu.
Bir
gün annesi Mine’nin odasına girdiğinde Mine’nin sandalyesinde otururken masanın
üzerine başını koymuş ve uyumuş olduğunu gördü. Başı pencereye doğru dönüktü.
Günlüğünü yazarken uyumuş olmalıydı çünkü günlüğü açık kalmıştı. Annesi o an
hiç yapmadığı bir şey yaptı ve açık kalan sayfayı okudu.
Tarih
geçen senenin tarihiydi. "Bugün onlara yine bağırdım ama sonra özür diledim.
Bana kızmıyorlardır umarım. İçimdekileri bilseler kızmazlar. Aslında onlara
söylemek istediğim ama söylemediklerim var, yapmak isteyip de yapamadıklarım."
Sonra da şu satırlarla devam ediyordu günlükteki yazılar.
“Göklere
çıkmak istiyorum. Uçmak istiyorum doyasıya. Özgürlüğün tadına varmak, hıçkıra
hıçkıra gülmek istiyorum. Beyaz bulutların arasından geçip, yeryüzüne inmek
istiyorum. Dünyanın herhangi bir yerine. Çıplak ayaklarla yürümek istiyorum
çimenlerin üzerinde. Çimenlerin ıslaklığını hissetmek istiyorum ayaklarımda.
Koklamak istiyorum çiçekleri. Onları incitmeden sevmek istiyorum. Ulu ağaçların
gölgesinde oturup, buz gibi pınarlardan su içmek istiyorum. Sonra koşmak
istiyorum delicesine, bağırmak, haykırmak istiyorum dağlara. Özgürlüğü
hissetmek istiyorum. Çalışkan karıncaları izlemek, onların bitmek tükenmek
bilmeyen enerjilerinden almak istiyorum. Sonra dağlara çıkmak istiyorum. Başı
dumanlı ve karlı dağlara. Zirveye tırmanmak istiyorum. Sonra da kollarımı açıp
martıları beklemek istiyorum. Tekrar göklere geri dönmek için. O masmavi
özgürlük ülkesine…”
Annesi
bu satırları okurken göz yaşlarına hakim olamamış, kızının içindeki yanardağı
görmüştü. Elinden bir şey gelememesi ise en acı durumuydu yaşadıklarının.
Sessizce odadan çıkarken geride ağlayan bir kişi daha bıraktığının farkında
değildi. Annesinin okuduğunu fark eden ancak annesiyle yüzleşmeye cesareti
olmayan Mine.
Gerçekten etkileyici bir öyküydü. Bir çok insanın sahip olup da farkına bile varamadığı yetileri için diğer bir çok insan da hayal kurmakta bir yerlerde.. Hayat bazen adaletsiz, yapacak bir şey yok! Ama en azından empati kurabilmek gerek..
YanıtlaSilYüreğinize sağlık, çok güzel bir konu seçmişsiniz..
Çok teşekkür ederim. Evet gerçekten hayat adaletsiz ama sizin de söylediğiniz gibi biraz empati kurabilsek herşey daha kolay olur...
SilGüzel bir öyküydü.İnsanlar bir nebze olsun empati yapabilseler belki de birbirlerinin kalplerini hiç kırmayacaklar,geri alınması imkansız kelimeler sarf etmeyecekler kısacası birbirlerini anlayacaklardır.
YanıtlaSilSize kesinlikle katılıyorum. Beğendiğinize sevindim, teşekkürler...
Sil